12 Kasım 2015 Perşembe

Hayal Çalışanı Yazıyor

12 yaşımdan beri hayal kurmakla meşgulüm. Hatta hayallerimin bir tanesinde daha çok hayal kurabilmek için ölümsüz olmak bile var. Ama en çok merak ettiğim ise, diğer insanların ne hayaller kurduğuydu.

Şu anda bunları size 34 yaşımdaki karakterim yazıyor. Hırslı, bilgili ve sanatı seven egolu bir karakter. Hatta, kendi hayatımdan biraz daha bahsetmek istiyorum. Adım Glaben Natuzzi. Babam Armando Natuzzi -saygıdeğer bir mobilyacı- ve annem Elene Natuzzi.. Henüz bebekken bile sürekli onu izlediğimi hatırlıyorum, unutulmayacak kadar güzeldi ve harika bir balerindi. Bu harika aile 12 yaşıma kadar istediğim her şeyi almamı sağlamıştı. Düşünsenize, hayal bile kuramayacak derecede dilediğin her şeye sahip olabiliyorsun. İşte benim ailem bu kadar soyluydu. Onları 12. yaşımın ortalarında babamın dükkânında çıkan bir yangında kaybettim -hüzünlü. oysa ki hiçbir şey hissetmemiştim. ancak insanlar bunun hüzünlü olduğunu söylüyor- ve hayatım tamamen değişti. Koca koca evlerden bana geriye kalan tek şey ufak bir dükkân oldu. 15 yaşıma kadar amcam Mirko ile yaşadım ve lanet bunağın tek hobisi farklı kahve çeşitlerini tüketmekti. İşte şimdiki mesleğime bunak Mirko sayesinde sahibim. O ufak dükkân İtalya'nın en meşhur kafelerinden birisi oldu. Hatta en meşhuru -gerçekten çok meşhur-. Lezzetli bir kahvenin nasıl yapılacağını en iyi ben biliyor olmalıyım. Bu dükkânıma Hayal Kahvesi adını koydum. Tabii bundan önce adı Natuzzi Kahve Salonuydu ama bunun üstünde çok da durmalıyım -evet berbat bir isim- Dükkânımın adını değiştirmemin sebebi ise, hayatımı değiştirecek planıma uygun gitmesi içindi. Bu plan sanattı. Yaratıcı ve objesi. Bir yaratıcı ressam ve bir tablosu. Bir müzisyen ve bir seyirci. Bir tanrı ve milyarlarca obje. Sanat buydu. Yaratıcısı ve modeli. İtalya'nın eksik yanı bunu kimsenin bilmemesiydi.  İşte tam bu yüzden bu harika planımı hazırladım. Bizi sanat ülkesi yapmak için -ve beni yaratıcı-.

12 Kasım 1823 - Via Margutta, İtalya

Bir müşterimin sanat hakkında konuşmasına kulak misafiri olduğumda aklıma geldi her şey. İnsanların hayalini okumak istiyordum. Bunun için çılgınca bir indirim yaparak hayal kahvesi adlı promosyonumu tüm İtalya'ya duyurmayı başardım. Sadece ismini ve hayallerini yaz; kahveni yarı fiyatına al. İnsanlar akın etmeye başladı, kaliteli kahveyi daha ucuza içebilmek için belki de. Ya da batıl inançları gereğinden fazla olanlardı.

Hayallerine koştu insanlar. Ben ise her gece açıp okudum o hayalleri. Ve seçmeliydim birisini. Hayallerini gerçekleştirebilmek için. Herkes gittiğinde kafemin en arka köşesindeki masamda oturur, loş ışıkta hayalleri okurum. Şu anda da kahvemle beraber elimde tuttuğum enfes hayali okuyorum sizlere; Dünyanın en görkemli keman resitali için! Yüzlerce saygın insanın ayakta alkışlayarak onu selamlaması için! O muhteşem kemancıya, o ân için sonsuza kadar! Bu hayali biran önce onun adına gerçekleştirmek istiyorum. Nasıl bir kişiliği olduğunu, nerede oturduğunu öğrenip biraz takip etmenin zamanı gelmişti. Elimde duran hayal kağıdında yazan isimden başladım. Triste D'acqua. Muhteşem isim, kendisi gibi.. Şehrimdeki tüm sanat okullarını, sanatçıları ve onların çocuklarını araştırdım. Ancak hiçbir sonuç alamadım. Sanki öyle birisi yokmuş gibi, tüylerim diken diken olmuştu. Ancak son çarem sirklerdi. Şu anda şehirde olan tek sirkin önünde buldum kendimi. Havada sert bir esinti vardı, üşümeye başlamıştım. Etrafta eğlenen, korkutucu kahkahalar atan insanlar soğuğa aldırış etmiyordu bile. İlerlemeye devam ettim hızlı adamlarla. Baş döndüren bir delilik vardı içeride. Ve kahkaha sesleri azalırken, yavaş yavaş bir keman sesini duymaya başladım. Büyüleyici, hızlı ve adrenalin yüklüydü müzikte. Ve onu gördüm; ellerindeki damarlar hafif şişmişti ve sert hareketler ile arşeyi öfkeyle vuruyordu. Karşısında hiçbir şeyden anlamayan, sadece duyan birkaç aptal insan vardı. Öfkesi bundan olsa gerek! Hissetmiştim o an Triste'in karşımda keman çaldığını. -ve o değilse bile isim umrumda değildi. O olmalıydı! Bu güzel hayâle ancak bu güzellik yakışabilirdi. O olmalıydı..- Sanırım 21 yaşındaydı ve bembeyaz cildi vardı. Tebessüm ettiğinde dudakları biraz öner çıkardı ve elmacık kemikleri belli olurdu, her performansından sonra bu tebessümü yerine getirmek zorundaydı sanki- Defalarca gidip dinledim onu tanışabilmek için. Yeteneğini övmekle kalmadım, ona 23 Kasımdaki büyük devlet senfoni orkestrası için bir davetiye verdim. Her şeyi kusursuzca yapmam için tam 6 günüm vardı. Devlet Senfoni Orkestrasının salonunda birkaç değişiklik yapmak istedim. Sahneden ziyade, arka tarafta olması gereken bir değişiklikti. Sanatçıların oturması gerektiği yerleri defalarca üzerinden  geçerek ezberledim. Sahnenin arkası paravan bir karton duvardan oluşuyordu. Bu duvarın arkasında da farklı bir karton paravan. Arasında yaklaşık 45 santimlik bir boşluk vardı. Bu, büyük salonlarda bulunan ve sahneyi değiştirmek ya da büyütmek için kullandıkları bir yöntemdi. Zincirler ile bir tanesi yukarı kaldırılırdı, diğeri indirilirdi ve sahnenin arka planı değişirdi. Bu boşluğu kullanmam gerekti. Senfoninin sonundaki sürprizi sizlere de söylemek istiyorum. Müfettiş için hazırlanmış ikinci bir arka plan var ve senfoninin sonunda ilk arka planı kaldırıp, müfettişe özel bir sürpriz ile ikinci plandaki portresine ışık tutacaklardı. İşte kullanacağım şey buydu. Dördüncü günün sonunda bina görevlisinin daha dikkatsiz olduğu saatleri öğrenmiştim -bu genelde aptalın uyuduğu saatlerdi- Tek yapmam gereken oraya eşyalarım ile  girebilmek. Beşinci günün gecesinde ise sirke uğrayıp Triste'in birkaç kişisel eşyasını çaldım. Uyuyordu, o kadar sessiz uyuyordu ki; hayallerimden birisiydi sanki. O kadar güzeldi ki; onu öldürmek istedim oracıkta. Hani, elinize çok şirin bir şey aldığınızda sıkmamaya çalışırsınız ya, ama sıktığınızda ne olacağını merak edersiniz. İşte böyle histi. Narindi, ama ölürse ne olur diye düşünüyordum. Yüküm gittikçe ağırlaştı ve çantayla beraber at arabasına yüklediğim gibi senfoninin düzenleneceği binaya yol aldım. Güvenliğini sağlayan adama dekorcu olduğumu söyledim ve ağır kocaman çantam ile içeriye girmeyi başardım. Aptal, uyku sersemi. Çantamı sürükleyerek salonun arka tarafına doğru yola koyuldum. Karton paravanları görmüştüm artık. Sağ elimdeki eldiveni çıkarttım ve karton paravana dokundum. Soğuktu, duvar kadar soğuktu. Paravanın arasına girdiğimde müfettişin iğrenç suratıyla karşılaştım. Salak bir bakışa sahip kibirli birisi. İğrenç bir portreydi, sanat değildi bu! Işık yuvarlak biçimde sadece müfettişi gösterecek şekilde ayarlanacaktı. Portre de ışık kadar yuvarlaktı. Çantamı açarken ellerim titriyordu heyecandan. Kafamı sağa sola hafifçe salladım ve kendime geldim. Biraz uğraştırsa da elimdeki zinciri tavana yakın olan demirin bir ucundan geçirebildim ve demiri yakaladım. -İlk paravan açıldığında geriye kalan görüntü Triste'in hayalleri olacaktı, yüzlerce soylunun alkışları ile beraber.- Büyülü kutuyu açtım, Triste'in kemanını ve arşesini çıkarttım. Ardından gözlerimi kapattım ve Triste'i hayal etmeye başladım. Omuzlarında geziyordu dudaklarım, ellerim boynundaydı. Kenetlenmiştim ona, kanatlarıydı zincirler! Kocaman olmuştu gölgesi, heybetiyle çıktı sahneye! Gözlerimi açtığımda hazırdım. Sessizce çıktım binadan ve evime gidip uyumaya ihtiyacım vardı. Altıncı günün akşamında olabildiğim kadar yakışıklıydım ve etrafımdaki soylu insanlarla beraber senfoninin başlamasını bekliyorduk. Yerime oturdum, senfoninin tadını çıkarttım. -yaklaşık üç saat sürmüştü sanırım- Bitmek üzereydi.. Ezbere bildiğim bu müzik sanatı bitmek üzereydi. Yepyeni bir sanat çıkacaktı karşımıza. Paravan indiğinde, orkestra şefi elini son kez kaldırdığında ve aptal aletlerin sesleri kıyıldığında.. Tüm salon ayaktaydı orkestra karşısında ve alkışlıyorlardı çığlık atarcasına. Söndü tüm ışıklar bir saniye. O kadar hızlıydı ki kalbim, ama aslında sadece bir saniye. Veee geldi o yuvarlak ışık ilk paravan gittiğinde, alkışlıyordu tüm salon hâlâ. Karşılarında bembeyaz teniyle, kanlar içinde zincire geçirilmiş eti ve vücuduna çivilenmiş muhteşem kemanı ile. Omzuna düşmüş kafası, arasında da ince bir kemanı.  Ayakta çalıyordu kemanını tüm salona, gözleri kapalı ve huzurlu, heyecanlı ve adrenalin yüklü bir sessizlikle. Tüm salon sessizdi o ilk saniye. Alkışladılar ve sustular. Sahnenin ortasında tebessüm ediyordu yüzü çığlıklar eşliğinde. 
Ve kulaklarıma fısıldamaya başlamıştı sanki her biri, yaratıcısına ve objesine, sevgi ile teşekkürler sessiz ölüm müziğine.
                                                                         

  Not: -Herkes dinledi sessiz kemanını Triste- En büyük hayâline                                                                           ve benim ilk müşterime; sevgiler.
                                                                                                                                  Glaben Natuzzi.



15 Şubat 2015 Pazar

bir kadına laf atma sanatı

Kısa hikâyemden bir alıntı ile gireceğim bu konuya;

"kadınlar dedim. kadınlar. ince belli bardak kadarlar. 
ama düşürüp kıranlardan hep; bizlere olan uzaklığı ve pekâlâ kırgınlığı." (*björn'ü terk etmek ne de kolay - berk gürel)

Bir kadına, tanrının en büyük hazinesi olan kadınlara hayvanî güdüler ile bakmak, onları bir obje olarak görmek dînî ve insanlık açısından yanlış değil midir? Ve erkekler olarak bu hazineyi koruyamayacak kadar güçsüz ve ihmalkâr olmamıza neden olan neydi?

"tanrılar yok olduğunda, kadınlar zarafetleri ile yükselecektir." (*denemeler - berk gürel)

"Sokakta yürüyen güzel bir kadın görüyorlar, zarafeti ve parlayan gölgesiyle bulutların üzerinde uçar gibi yürüyen adımlarıyla, bir kadın görüyorlar." (*denemeler - berk gürel)


Evet bir kadına laf atmak erkeğin geleneğinde, geninde ve içinde vardır. Fakat bu aşağılayıcı ya da berbat hissettirecek derecede değil, tam tersi, o kadın için gününü güzel kılacak bir tebessüm yeterli. Ne gerek var ağızdan çıkması gereken kelimelere? Ne gerek var ıslıklar ile yolundan çevirmeye? Bir kadını iyi hissetirmek için sadece ufak bir tebessüm; onun içini ısıtabilecek ve bugün olduğundan daha çok güvende hissedecek bir tebessüme, ihtiyaçları var. Bize ihtiyaçları olan anneler, ablalar, kız kardeşler, sevgililer, kız arkadaşlar, hatta sokaktan öylece geçen bir kadının dahi bize ihtiyaçları var. Bir kadın kendini güvende hissedemiyor ise aşağılık varlıklardan bir farkımız kalmadığını söyleyebilirim. Sırf fiziksel açıdan daha güçlü olduğumuz için onlardan daha üstün olduğumuz anlamına gelmiyor, ahlâki açıdan tamamen onlardan çok daha geriyiz ve asıl üstün olanlar tabii ki de kadınlar. Bir erkek kendini kadından üstün görüyor ise eğer, anne sevgisinden uzaklaşmış ve kendini evlat olgusundan dışlamıştır. Yazıklar olsun.

bir kadına laf atmak; sanattır! ben ve geriye kalan birkaç erkek de, evelallah iyi sanatçılarız.
her kadının kendini güvende hissetmesi dileği ile, tebessümlerle kalın.

25 Nisan 2014 Cuma

kaçan gol

anlattıklarımı görmediler,
bildiklerimi de anlatmıyorum,
renklerden bahsettiler,
ya körüm, ya da sevemiyorum.
sevdiklerim gelmediler,
sildiklerimi hatırlamıyorum.

ama
fazlasıyla yoğun duygularım var,
ertesi güne bırakamayacağım kadar.
yarın unutsam hepsini, hemen ararlar.
zamanla daralan kısa paslaşmalar;
atılamayan gol olduğundan anlamsızlar.

9 Nisan 2014 Çarşamba

björn'ü terk etmek ne de kolay.

kadınlar dedim. kadınlar. ince belli bardak kadarlar. 
ama düşürüp kıranlardan hep; bizlere olan uzaklığı ve pekâlâ kırgınlığı. 
ah kadınlar. ne kadındır o. –güzel olduğunu görebilmesi için arabaların siyah camlarına bakmaya tenezzül etmeyen bir kadın. 
duru suların en şeffaf damlası kadar zarif kadın. ah kadınlar. 
terk etmesini en iyi bilen varlıklar; aşık edebildikleri kadar. 
vay adamlar. 
kaç can yandı, kaç adam tükendi ince tül perdenin ardında umutsuzca bekleyen, kaç adam.. kaç adam! 
kaç git sen, durdukça kudurup, sustukça uyumaktan kaç git. 
ne o gelsin, ne sen bekle; ama gidişini unutma koca adam. 
bilmez misin, giderken sarardı, pek solardı; içerken âlâ bakardı, çığlıklarla susardı.  –o ne gidişti kadın! 
sen hep git, geri geleceksen; sen hep git.
ama gel. –gelirsen ne âlâ canıma. ama gideceksen ne fayda kanıma. –yeni gün doğardı; etinden, kanımdan..

31 Mart 2014 Pazartesi

yalnızlığa mahkûm

Kendimizi yalnızlığa mahkûm etmiş varlıklarız. Buna şahit olmak için geçmişimizi düşünmemiz yeterlidir. Ne kadar iyi insanları hayatımızdan men ettik, ne denli iyilikleri görmezden geldik bir düşünelim. İçimiz cız ettiyse, sorun yok; sen de insansın!
İçi cız etmeyenler çıksın, vicdanım kasıyor!
Şimdi gelelim neden kendimizi "deli" gibi yaptığımız kısmına. Delilik muazzam bir yaşam biçimi. Bakın hastalık demiyorum, delilik bir yaşam biçimidir ve herkes deli olmak için çabalar aslında. Delilik rahatlıktır, özgüvendir, mutluluk ve huzurdur aslında. Her şeye gülmek, her şeyden mutlu olmak deliliktir, ben deli olmak istiyorum arkadaşlar. İnsanları itmemek, onlara aşağılıkmışcasına davranmamak istiyorum. Her defasında herhangi bir şey için kendimizi kandırdığımız gibi kandırmaya çalışıyorum kendimi. Bu sefer sigarayı bırakıyorum, bu sefer spora başlıyorum, bu sefer düzenli uykuya sahip oluyorum der gibi; bu sefer insanları seviyorum- demek istiyorum.
Sevemiyorum.
Karşımdaki insanın bana verdiği huzursuzluğun ve acının tadına baktığım sürece daha da karanlığa iniyorum kendimde, daha kötü bir insan oluyorum; ya da öyle düşünüyorum.
Keşke düşüncelerimizi ve duygularımızı kontrol edebilseydik demiyorum, eğer bunu yapabilseydik ne anlamı kalırdı kaderin, insanlığımızın? Her zaman -iyi ki!- demeye gayret gösterelim.
Keşke kelimesi özgüvensizliğimiz törpülenmiş marjinal bir anlatım biçimidir. O yüzden içimizde bu kadar marjinal bir ahmak düşünceye yer vermeyelim, iyi ki diyerek yolumuza devam edelim.
Yalnız kaldıysak da iyi ki kalmışız, terk edilmişsek de iyi ki terk edilmişiz.
Ama yalnızlık hoş şey.
Yalnızlık bir nevi cansızlık olsa da, kansızlık ve arsızlıktan uzaktır evelallah.

*Ne denli bir sorun, problem yaşıyorsan oturup üzülme, keşke deme, kendini yalnızlığa mahkûm etme, marjinal düşüncelere yer verme, sevgiye her daim aç ol, delilikte sınır tanıma; karşındaki insan senin için var.

İyi ki yazdım be!

3 Şubat 2014 Pazartesi

hoş.

ne kadarsın dost?
ben kadar mı?
olamazsın dost,
yüreğin yanar.
insanlar konuşur; boş!
sen adil davran,
gönlün ayrı bi' hoş.

nefretine bıraktım kendimi,
kayboldum en ücra duygularında.
geriye kaç canım kaldı ki,
şimdi çıksın senden dışarıya?

1 Şubat 2014 Cumartesi

laf gediğine değil, en derinine oturdu!

insanlar aşka o kadar aç ki;
seni seviyorum diyen her insana, ait olmaya çalışıyor.

bir öğrense sevgisini halbu ki dostça;
küfür dolu sitemlerle o insandan kaçmayı başarıyor.